Orta Anadolu’dan sıradışı bir öykü
Orta Anadolu’nun bir bozkır köyündeydim. Yazın sarı, kışın beyaz olurdu buralar. Kar düştü mü aylarca kalkmak bilmez, bahara çok geç erişirdik. Denizden yüksekliği bin elli metreydi. Öyle olunca karlar düşerdi erkenden; baharsa ne zaman gelirdi, farkında değildik. Tavanı ahşap, duvarları kerpiç arasına kara tuğla işli, yer yer sıvaları dökülmüş bir de ortaokulu var. Köyün adını da, okulun adını da veremem. Belki Zehra görür bu yazıyı da, üzülür. Kar, erimeye yüz tuttuğu zamanlarda kiremitler yıllarca aktarılmadığı için, tavanından sular damlamaya başlardı. Çatıya çıkıp kürüyene dek sürerdi bu. Sıraları sağa sola çeker, öyle ders yapardık. Çocuklar bilirim ülkeme dair
Dilleri bala
Gözleri yıldızlara benzeyen
Bayrak gibi kutsal
Ve çiçekler kadar narin
Kınalı ellerini bayrak yapan
Çocuklar bilirim
Ortaokula bu yıl başlamıştı Zehra. Ödevlerini eksiksiz yapar, pek söz almayı sevmez, derin düşüncelere dalıp gider, ancak bir şey sorulduğu zaman konuşurdu. Öğretmen ve öğrenciler onu, bu nitelikleriyle değil de ellerinin kınalı olmasıyla tanırlardı. Bu yüzden adına bir sıfat eklenmişti: Kınalı (Zehra!). Okulda herkes ona Kınalı Zehra derdi. Ellerinin kınaları solmaya yüz tuttu mu hemen yenisini yakarlarmış annesiyle. Zehra, ellerinin kınalı olmasını gizliden gizliye bir üstünlük sayar, memnuniyetini ince bir gülümsemeyle ifade ederdi. Bana öyle geliyordu ya da…
Orta Anadolu’nun bir bozkır köyündeydim. Yazın sarı, kışın beyaz olurdu buralar. Kar düştü mü aylarca kalkmak bilmez, bahara çok geç erişirdik. Denizden yüksekliği bin elli metreydi. Öyle olunca karlar düşerdi erkenden; baharsa ne zaman gelirdi, farkında değildik. Tavanı ahşap, duvarları kerpiç arasına kara tuğla işli, yer yer sıvaları dökülmüş bir de ortaokulu var. Köyün adını da, okulun adını da veremem. Belki Zehra görür bu yazıyı da, üzülür. Kar, erimeye yüz tuttuğu zamanlarda kiremitler yıllarca aktarılmadığı için, tavanından sular damlamaya başlardı. Çatıya çıkıp kürüyene dek sürerdi bu. Sıraları sağa sola çeker, öyle ders yapardık.
Öğrencilerimiz lastik ayakkabılıydı. Çantalarıysa annelerinin eski elbiselerden diktiği, heybe şeklinde boyna asılan kumaşlardandı. Yoksul, ezilmiş, çaresiz, umutsuz, çevresine korkarak bakan ama çalışkan ve içli çocuklardı. Hatta, kent çocuklarının özlemidir, neredeyse her öğrencinin bir köpeği vardı ve bazı günler okula da getirirlerdi. Son derse kadar bahçede kâh gezer kâh yatardı köpekler… Boğuştukları bile olurdu bazen. İçeriye gelemesinler diye okulun tahta kapısını kapalı tutardık.
Anadolu’ya, bozkıra, giderseniz, dikkatinizi en çok gökyüzü ya da mavi çeker. Mavi gökyüzü sizde bir derinlik ve sonsuzluk duygusu uyandırır. Ben bozkır çocuklarını gökyüzüne benzetirim. Onlarda gökyüzü derinliğini bulursunuz. Zehra da böyle gökyüzü derinlikli bir çocuktu, binlercesi gibi… “Siperden Mektup” da en çok Zehra ve Zehraların ruhunda yer bulur. Siperden Mektup, Türkçe kitabında bir şiir metni.
Yine böyle bir geçkin sonbahar, daha doğrusu kış öncesi günlerdeyiz. Gri bulutlar koşturuyor; kar, düşmek için fırsat kolluyor.
Bir hafta önceden hazırlanmalarını istemiştim çocukların. Karar vermiştim, önce Zehra’ya okutacak, alkışlatacaktım. Eğer Zehra yine duygulanır ve ağlarsa gidip annesiyle görüşecektim. Babasınınsa uzak diyarlara çalışmaya gittiğini öğrenmiştim.
Bir hafta sonra sınıfa gittiğimde Zehra ve diğer öğrenciler kitaplarını açmış, soğuktan titreyen ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyorlardı. Evet, karar verdiğim gibi Zehra’ya okutmalıydım Siperden Mektup’u. Zehra, kitabını kapattı, ayağa kalktı ve ezberinden, ağlayarak okudu şiiri:
Siperden Mektup
Allah’a dua et, düşman tırpanı
Devlet ağacını yolmasın anne.
Altında dökülsün oğlunun kanı
Bayrağın gül rengi solmasın anne.
Köyden biri geldi taburumuza
Meğer söz kesilmiş muhtarın kıza
Gece niyet tutup baktım yıldıza
Artık söyle, o iş olmasın anne.
Düşünme boş gelse posta tatarı
Siperden akın var, yarın dışarı:
Kadere razı ol, uzun yolları
Bekleyen gözlerin dolmasın anne.
(İbrahim Alaattin GÖVSA)
Bir şiirle bir çocuk bu kadar bütünleşebilir miydi? Söz, bu kadar etkili miydi? İyi ama, Zehra neden ağlıyordu?
Son dersten sonra dar sokaklardan, saçak altlarından geçerek Zehralar’ın evine gittim. Annesinden öğreniyorum: Zehra’nın ağabeyi, Zehra dörde giderken askerdeyken şehit olmuştu. Annesi Zehra’ya yaptığı gibi abisine de kına yakmıştı ve öyle yollamıştı askere de sonra oğul, al bayrağa sarınmış da dönmüştü iki yıl önce.
“Oğul oğul, can oğul!
Bayrak duruşlu, servi salınışlı oğul!
Şefaat diler anan, gül yüzlü kardeşin, yağız tenli baban…
Sıratın başında al onları da oğul!”
Köy, o güne kadar böyle bir kalabalık görmemişti ve Zehra’nın abisi tekbirlerle uğurlanmıştı sonsuzluğa.
“Altında dökülsün oğlunun kanı
Bayrağın gül rengi solmasın anne.”
Bayrağın gül rengine bürünerek giden bütün şehitlere selam olsun!
Başka bir yurt köşesine çıkan tayinim dolayısıyla sıcak bir yaz akşamında eşyalarımı derleyip toplamakla meşguldüm. Kapı çalındı. Her akşam sayısız ziyaretçim oluyor, buğulu gözlerle kucaklaşıp helalleşiyorduk. Kapıyı açtım: Zehra! Hiçbir şey konuşmadan öylece dikiliyor. Elindeki gazete kâğıdına sarılı paketi uzattı ve yine tek kelâm etmeden, edemeden, hıçkırıklarla, koşarak köyün tozlu yollarında kayboldu. Paketi açıyorum ve donup kalıyorum: Zehra’nın dikiş iğnesiyle acemice diktiği bir küçük bayrak ve bayrağa sarılı bir kâğıt. Kâğıt diyorsam bir mektup bu. Abisinin askerlikten yolladığı bir mektup… Hasret dolu cümlelerden sonra mektubun sonunda Zehra’nın derste ağlayarak okuduğu, mavi tükenmez kalemle özenilerek yazılmış şiir, Siperden Mektup şiiri…
Hey Anadolu, güzel yurdum! Duygu ve vefa yüklü çocuklar diyarı hey! Dünyanın en muhteşem şiir medeniyetinin, şiir gibi bir medeniyetin garip ve boynu bükük çocukları, hey!…
Zehra şimdi ne hâldedir, ne yapıyordur, bilmem.